Welcome to Our Website

Ufkum Kalaoğlu: Diktatörlüğün adı değişmiş, özü kalmış bir halde

Ufkum Kalaoğlu’nun yazıp yönettiği, Kreatif Sanat’ın ilk oyunu olan ‘Sırrımdaki Kambur’, sezonun dikkat çeken oyunlarından biri. Oscar Wilde’ın bir öyküsünden yola çıkılarak yazılan ‘Sırrımdaki Kambur’, Soğuk Savaş döneminde geçen bir aşk hikayesi olsa da aslında diktatörlük meselesini tartışıyor.

Ufkum Kalaoğlu ile ‘Sırrımdaki Kambur’u konuştuk.

Ufkum Kalaoğlu

‘Sırrımdaki Kambur’ nasıl ortaya çıktı? Böyle bir oyunu yapmaya nasıl karar verdiniz?

Konservatuvarda okurken bireysel proje dersimiz vardı ve ‘Sırrımdaki Kambur’, Mehmet’in bu ders kapsamında hazırladığı projeydi. Oyun ilk olarak 2018 yılında kısa bir formatla okul sınavında sahnelendi. Ancak yıllar sonra, Kreatif Sanat Stüdyosu’nun ilk oyunu olacağını tahmin etmek mümkün değildi. Mehmet ve ben, oyunu tekrar kaleme alarak, özgürce düşüncelerimizi ifade edebileceğimiz bir eser haline getirmeye karar verdik. Bu süreçte, kapitalist emperyalist sistemle ilgili söylemek zorunda olduğumuz şeyler ve duyguların bile çıkarlar doğrultusunda manipüle edilebileceği gerçeği, böyle bir oyun yazmamızı tetikledi diyebiliriz.

Oyunun yazarı ve yönetmeni sizsiniz. Bu hikaye neden 1950’ların Liverpol’un da geçen çeviri bir oyun gibi yazıldı, esinlendiği bir yer mi var?

Evet, doğru. Bireysel proje dersinde Oscar Wilde’ın ‘Sırrı Olmayan Sfenks’ adlı kısa öyküsünden yola çıkarak ele alındı. Ancak biliyorsunuz ki Wilde, 19. yüzyılda yaşamış bir yazardı. Bizim oyunumuz ise Soğuk Savaş döneminde geçmektedir. Mikro mimiklerin keşfedildiği yıllarda geçmesi, hikayemiz açısından zorunluluk teşkil etti. 1950’lerin aristokrasinin kapitalizmle olan ilişkisini göstermesi açısından da önemli buluyorum. Karakterler, hikâye, olay örgüsü, mesajlar ve çatışmalar, Wilde’ın dünyasından oldukça uzak olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ancak Wilde, bizim ateşleyici gücümüz oldu.

Oyuncular Koray Atak, Zeynep Reyhan Keskin ve Mehmet Abdullah Salk da beğeni topluyorlar. Onlarla yolunuz nasıl kesişti?

Bu isimlere ek olarak, yardımcı yönetmenimiz Sena Özgün’ü de dahil etmek istiyorum. O, bu projede görünür planda olmayan ancak önemli bir rol üstlenen kahramanımızdı. Zeynep, Sena ve Mehmet, konservatuvardan dönem arkadaşlarım. Onlarla birlikte tiyatroyu öğrenme keyfini ve profesyonelliğe geçiş sürecini paylaştık. Mezun olduktan sonra ise sanat hayatımızdaki dostluğumuz devam etti. Koray Atak ise İstanbul’un bana kazandırdığı en değerli dostum oldu.

‘İLK DEFA YÖNETMENLİK DENEYİMİ YAŞIYORUM’

Oyunun mekan ve ışık kullanımı da ayrıca bahse değer. Buna dair de konuşalım mı biraz?

Çok sevinirim. İlk defa yönetmenlik deneyimi yaşıyorum. Bu süreçte hep bir oyuncu gözüyle metinleri analiz ettiğimi fark ettim. Işık, ses ve mekanı evrenimizle eşgüdümlü koordine etmek benim en zorlandığım kısımdı. Bu tarz anlatısı olan oyunlar bence bıçak sırtı çünkü sürekli flashback sahneleri var ve ayrımların keskin olması gerekir ki seyircinin kafası karışmadan olay örgüsünü takip edebilsin. Yani işin özü, hikayenin anlaşılması açısından ışık tasarımı benim için çok önemliydi. Gerçeklikte geçen sahnelerimizin rengini soluk kahverengi olarak tercih ettim. Edgar Rothcliffe’in anılarına gittiğimiz zaman renkler olabildiğince beyazdı. Oyunu başından sonuna kadar Edgar Rothcliffe’ın gözünden gördüğümüz için, o olayları nasıl hatırlamak ve görmek isterse biz de seyirci olarak o kadar bilgiye vakıf oluyoruz. Bu nedenle gerçeklik karamsar bir yapıdayken, Edna ile olan sahneler ise aydınlık ve yer yer rengarenk. Ana karakterimiz o çok istediği gerçeğe kavuştuğunda ise tüm ışıklarımız açık bir hal alıyor. Artık beyaz ile kahverengi iç içe geçiyor, Edgar’ın duyguları gibi.

Burada Ataberk Erkılıç’a teşekkür etmem gerekiyor çünkü beynimde canlanan renkleri ve atmosferi kendi hayal dünyası ile harmanlayıp sahneye taşıdı. Mekan konusunda ise sahnenin önü ve sahne olmak üzere iki mekanımız var: Ev ve sokak. Seyircilerin sokağın içinden oyunu izlemesi, karakterlerin yanından geçip gitmesi, uzansa dokunabilecek gibi hissetmesi… Bu hikaye coğrafi olarak bize ne kadar uzak görünse de bir o kadar yakın bir hikaye…

Edgar’ın ‘Toplum ve Dikte’ adlı gizli bir çalışması var. Edgar’a göre birileri bu çalışmayı okuyup diktatörlüğe giden yolu hızla tırmanabilir. Siz de Edgar gibi mi düşünüyorsunuz? Diktatörleri doğuran koşullar hakkında neler söylemek istersiniz?

‘Toplum ve Dikte’, benim için bilginin, verinin kendisi. İnsanlık tarihini psikoloji ve sosyoloji üzerinden analiz edersek zaten ‘Toplum ve Dikte’ye ulaşmış oluyoruz. Bir insanın, sorgulanmadan koşulsuz şartsız insanları yönetebilme fikri bile korkunçken, bunun somut bir şekilde yaşanmış olması, yaşanıyor olması akla, mantığa ve duygulara aykırı. Bir veri keşfedildi ise onu ne kadar saklamaya çalışsanız da o artık insanlığa aittir. İyisi ile kötüsü ile. Eğer ben Edgar olsaydım, keşfettiğim canavarı yok etmeyi tercih ederdim. Ama bazen hayatının en önemli başarısını yok etmek kolay olmuyor, onu da anlayabiliyorum. Kane Milton’ın başkan ile yaptığı telefon konuşmasında gördüğümüz üzere diktatörleri oluşturan etmenlerin başında diktatör olmak isteyenlerin çevre faktörlerinin davranış biçimleri geliyor. Çıkarlar doğrultusunda biat etmek.

‘DÜNYA MANİPÜLASYONLARLA DÖNÜYOR’

Diktatörlerin medyayı çok önemsemeleri, onu manipüle etmeleri ve toplumu bu şekilde yönlendirmeleri de Edgar’ın bahsettiği meselelerden biri. Türkiye’deki iktidar ve iktidara yakın medya kuruluşlarının ilişkisini bu bağlamda değerlendirebilir miyiz?

Bu durumu sadece ülkemiz üzerinden ele alamayız bence. Etik, erdem ve ahlak dışı eylemler bunlar. Artık dünya manipülasyonlarla dönüyor. Sosyal medya, televizyon, pankartlar, afişler… Manipülatif reklamlara ayrılan bütçe dünya geneline baktığımız zaman çok büyük bir pazar haline geldi. Partilerin aidatları veya bazı usulsüzlükler ile vergilerin bu tür yerlerde harcanması benim canımı yakıyor. Pollyanna gibi görünmek istemem ama ülkemiz için konuşuyorum; köy okulları, SMA’lı hasta çocuklar, kimsesiz çocuklar yurdu, sokakta yaşamak zorunda kalan savaş mağduru aileler, işsizlik sorunu gibi önceliğimiz olacak konular varken, bütçelerin çöpe atılması beni derinden yaralayan bir durum. Ülkemizde siyaset ideoloji üzerinden değil, taraf üzerinden yapıldığı için medyanın gücü önemli bir rol oynuyor maalesef. Bu gözle rahat bir şekilde görünüyor.

Oyunun temel çatışmalarından biride aşk. Edgar’la Edna arasındaki aşk hem öldürücü hem kurtarıcı bir yerde duruyor. Aşkın kötülüklere karşı açılan cephelerden biri olduğunu söyleyebilir miyiz peki?

Tıpkı ‘Toplum ve Dikte’ gibi diyebilirim. Aşkı, hem zehir hem de panzehir olarak görüyorum. Bu aşkın evrensel bir tanımı olabilir. Aşk kimini ileriye iten bir güç ki bu güç, güzelliği ile gelir, kiminin yaşantısındansa birçok olumlu etmeni götürebilir. Kiminle hangi koşulda yaşandığına bağlı olarak değişiklik gösterir. ‘Sırrımdaki Kambur’ oyununda aşkın temsil ettiği düşünce, her ne kadar aşk öznel bir mesele olsa da, bu toplumsal bir kararı etkilediği noktada hangi seçeneği tercih edeceğimizi tartışmaktı. Seyircinin kulağına bencil kararlar vermememiz gerektiğini fısıldıyor bu aşk hikayesi.

Oyunu izleyince aklıma “Die Welle” filmi geldi. Diktatörlerin “tarih öncesinde kalma canavarlar” gibi algılandığı, günümüzde böyle bir hareketin/liderin güce kavuşmasının mümkün olmadığı inancına sert bir yanıt veriyor film. Oyundan hareketle, günümüz dünyasının “diktatörlük dünyasıyla” kurduğu ilişkiye dair neler söylemek istersiniz?

“Die Welle” filmini izlemedim. İzlenmesi gereken filmler notuna ekliyorum hemen. Günümüzde mutlak monarşi ve tek parti devleti ile yönetilen ülkeler varken çağımızda diktatörlerin olmadığını söylemek akıl dışı bir söylem olur. Ki bunlara ek olarak, “Uzun süre yönetimde başkanlık yapmak diktatörlük olmaz mı?” sorusunu samimiyetle kendimize sormalıyız. Günümüzde azınlık bir sayıda olsa da, diktatörlüğün adı değişmiş özü kalmış bir halde. Putin, 20 yıldan fazladır yönetimde söz sahibi, Kim Jong-un uzun süredir ülkesinde top koşturuyor ve bunu dünyaya kapalı halde yapıyor. Eğitimsiz ve gelir seviyesi düşük halkları, diktatörlerin egemenliğine alması maalesef biraz kolay. Oyunda da değindiğimiz en önemli unsur bu, “sürecin nasıl yönetileceği tarihte yazıyor”. En basit anlatımla. Halka birey olduğunu unuttur, geçim sıkıntısına sok, sonra onlara umut ol ve artık istediğin kıdemdesin.

‘REPERTUARIMIZ GENİŞ VE UZUN SOLUKLU BİR YOL HARİTAMIZ VAR’

Kreatif Sanat’tan da bahsedelim biraz. “Sırrımdaki Kambur” ilk oyununuz. Bundan sonra neler var?

Kreatif Sanat, Zeynep, Mehmet, ben ve Sena’nın öncülüğünde kurulmuş bir yapı. Mezun olduktan sonra hepimiz farklı kurumlarda, oyunculuğun farklı dallarında deneyimler yaşadık. Sanıyorum ki sanatsal tatmin konusunda hep bir eksiklik hissettik. Ayrıca özel sektörde iş yapmanın devamlılık açısından büyük zorluklarıyla baş etmek zorunda kaldık. Maddi ve manevi yorgunluklar yaşadık. Zaman zaman dünyevi kaygıların içinde boğulduk. Bu süreçlerden sonra mecburiyetlerden doğan riskler almaya karar verdik ve Kreatif Sanat çatısı altında birleştik. Tiyatro yapmanın özgürlüğü ruhumuzu iyileştirdiğini söyleyebilirim. Bize tekrar bizi hatırlattı.

‘Sırrımdaki Kambur’dan sonra hedefimiz yeni sezona ‘Kapı’ oyunu ile perde açmak. Yazarlığını ve oyunculuğunu üstleneceğim bu yeni oyunun heyecanını taşıyorum. Repertuarımız geniş ve uzun soluklu bir yol haritamız var. İnanıyorum ki seyircilerimizle birlikte nice temsiller vereceğiz. Beraber güleceğiz, beraber ağlayacağız. Beraber düşüneceğiz ve insanı sorgulayacağız…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir